Dediği gibi...

Yazı , edebiyat, sinema vs gibi entelektüel uğraşlarla uğraştığım günden beri kendimle ve arkadaşlarımla konuştuğumda hep kendi olmak konusu da açılırdı. Bugünler de Alain De Botton'un Felsefenin Tesellisi kitabında Monteigne ile ilgili bölümleri okuyunca tekrar gündemime geldi ve beni bı yazıyı yazmaya itti. Yazıya o kadar uzak kalmıştım ki bloğun şifresini bile zor hatırladım neyse bu apayrı bir konu 

Doğduğumuz günden beri başka insanların hayat deneyimleriyle yaşadığımız aşikar. Bu elbette insan yaşamına mükemmel katkılar sağlar. Hayatın her anında sorun yaşadığımız bir şeye bilgi aktarımıyla gelmiş çözümler bizi çok daha ileriye götürür. Bu bilgi aktarımıyla aldığımız deneyimleri tek başımıza elde etmemize ne zaman ne de yaratıcılığımız izin verir. Fakat bir sanat veya edebiyat yapıtını oluştururken bilgi aktarımları bazen bizi engelleyebilir ya da eskiyi tekrar ettirir yani hayatın diğer anlarında bilgi aktarımı direkt kullanabilinirken sanat, edebiyat veya fikir işlerinde aktarımla gelen bilginin nasıl kullanılması gerektiği öğrenmekte yarar vardır. Bir ev yapımında "kolon yapmak" bilgi aktarımıyla gelmiş bir bilgidir ve işe yarar bunu aynı şekilde sizde kendi ev yapımınızda kullanabilirsiniz fakat hayat üzerine Aristoteles'in bir söylemini kendi hayatınıza direkt geçiremezsiniz işte burada kendin olmanın bendeki birinci kuralı devreye giriyor: yorumlamak. Okuduklarımız, yaşadıklarımız, düşünüşlerimiz eser yaratmada ana malzememizi oluşturur ama kendi eserini ortaya çıkarmada bunların etkisi azdır. Çok olağandışı bir şey yaşayıp onu aktarırken yorumlamada eksiklik yaşıyorsak ya da okuduğumuz kişilerin yorumlama metotlarıyla hareket ediyorsak eserimizde bir şeylerin eksik kalacağına inanırım ben. Bunu kimi zaman istemsizce yapabiliriz çünkü eğitim sistemimizde, akademide bize sayfalarca ezberletilmiş, dinletilmiş, övülmüş yüzyıllık düşünürler, yazarlar ve onların metotları var. Alain De Botton bu konuda şöyle diyor. 

Eğitim sistemimiz bize yazılanları kendi algı mekanizmalarımız yardımıyla keşfetmeyi değil, yazı otoritelerine itaat etmenin erdemli olmakla aynı anlama geldiğini öğretir.

Elbette akademi de bahsedilen kişileri okuyacağız onlardan deneyim elde edeceğiz, peki biz ne söyleyeceğiz ya da onları nasıl yorumlayacağız? Bu soru üstüne bir soru da Monteigne soruyor.

''Ciceero şöyle söylemişti'', ''Platon ahlak konusunda şunu der'' ya da ''Aristoteles'in ipsissima verbas'sı şunlardır'' demeyi hepimiz biliriz. Pekiyi, bizim söyleyecek neyimiz var? Hangi yargılara varıyoruz? Ne yapıyoruz?

ve ekliyor

Bir papağan da bizim kadar konuşabilir. 

Bir papağan olmamak veya kendi olmak için ben bahsettiğim çözümümü tekrarlıyorum kendi yorumlama  süzgecimizi yapmak ve her şeyi ondan geçirmek.

Tıpkı

Dostoyevski'nin

Albert Camus'un 

Spinoza'nın

Nietzche'nin

Bakunin'nin 

Marx'ın

Sokretes'in 

Cioran'ın 

Kafka'nın

...

Daha yüzlercesinin dediği gibi...

Romantizm, Anlatımcılık ve sanat.

Romantizm bir çok alanda sanatı etkilemiştir nitekim, fakat ben Romantizmi hem okuduğum kitabın ele alışı hem de ilgi alanım olan edebiyat ve şiire yönelik incelemeye çalışacağım.

Romantizmden önceki kuramlar genellikle sanat eserini açıklarken genel itibariyle sanat eserinin anlattıkları ve anlattıklarının okuyucu ve toplum üzerindeki etkileriyle ilgilenmişler. Burada es geçtikleri nokta bu işi yapan kişi yani sanatçı, kimisi sanatçıyı zanaatkardan farksız görmüş, edebiyatın ahlak bakımından kötü sonuçlar doğuracağına inanmış, kimisi edebiyatın evrensel olanı yansıtması gerektiğini düşünmüş, kimisi edebiyatın toplumu harekete geçirecek, bir ideolojiye yönelik ele alınması gerektiğini söylemiştir. Romantizm ise saydıklarımdan farklı olarak bireydeki duyguyu ele alarak, sanatçıyı işin merkezine almıştır. Sanatçının kendine özgü duygusunu daha detaylı ele alan kuram ise anlatımcılıktır. Sanat eseri yaratılırken var olan malzemelerin sanatçının duygu süzgecinden geçerek öznelleşmesiyle sanat eseri yaratılmalıdır deniliyor. Sanat dış dünyaya tutulmuş bir aynaydı daha öncekilerde, sanatçı da burada aynayı tutan kişiydi bir nevi bir fabrikada görev yapan bir işçiden farkı yoktu. Oysa Anlatımcılıkta sanatçı bir dahi olarak görülüp önemli bir yere oturtulmuştur. Çünkü önemli olan eser yaratılırken genel olan duygu değil sanatçıda ortaya çıkan yaratılmış duygudur. Ben bu durumu kendim okuduğum eserlerden yola çıkarak açıklamaya çalışacağım;  Bir çok sanatçı ölümü ele almış ve ölümü ele alırken kendi özgünlükleriyle ölüme ayrı bir biçim çizmişlerdir. En eski çağlardan bu yana gelmiş bu duygu nasıl oldu da hala eski heyecanıyla sanat eserlerinde işlenebiliyor sorusuna bir cevaptır. Ölümün diğer kavramsal tanımlarından sıyırarak bir sanatçı tarafından doldurulması sanatçının ve sanatın gücünü göstermektedir. Örneğin Dostoyevski'nin Budala adlı eserinde ölümü ve umudu böyle tanımlıyor;

düşünsenize: ya işkence etseler? o zaman acı çekersin, yara bere içinde kalırsın, bedenin acıyla kıvranır. ama bütün bunlar ruhsal ıstıraptan uzaklaştırır seni. ölünceye kadar yalnızca yaralarının acısını hissedersin. ama asıl ve en büyük acı belki de yaralarının acısı değildir. en önemli olan, bir saat sonra, az sonra, on dakika sonra, biraz sonra, yarım dakika sonra, biraz sonra, o anda ruhunun bedeninden ayrılacağını, artık bir insan olmayacağını, bunun kesin olduğunu, en önemlisi de kesin olduğunu bilmendir. işte başını giyotinin altına koyuyorsun, kocaman bıçağın yukarıdan aşağı nasıl kayarak geldiğini duyuyorsun... işte saniyenin o dörtte biri olan süre en korkuncudur... biliyor musunuz, benim hayal gücümün ürünü değil bunlar. çoğu kimse aynı şeyi söylemiyor mu? buna o kadar inanıyorum ki, doğrudan açtım size düşüncemi. cinayet işlediği için bir insanı öldürmek, cinayetin kendisinden de büyük bir suçtur. mahkeme kararıyla öldürmek, eşkıyanın öldürmesiyle karşılaştırılamayacak kadar korkunçtur. haydutların gece ormanda veya başka bir yerde boğazına bıçak dayadıkları insanın içinde hâlâ bir kurtulma umudu vardır. son ana kadar kaçıp ya da yalvarıp kurtulabileceğini umar. oysa burada, bu umutla ölmek on kez daha kolayken, o son umudu da kesinlikle alırlar elinden. bir karar söz konusudur burada, kaçıp kurtulabilme olasılığı olmayan bir karar. içinde korkunç bir ıstırabın, dünyada eşi olmayan bir ıstırabın bulunduğu bir karar. savaşta bir eri getirip, topun namlusunun önüne koyup üzerine ateş edin. erin içinde hâlâ bir kurtulma umudu vardır. ama aynı ere ölüm cezasına çarptırıldığı kararını okuyun, ya aklını yitirir ya da ağlamaya başlar. insan doğasının buna aklını yitirmeden katlanabileceğini kim söylemiş? böylesine çirkin, yersiz, anlamsız bir hakarete ne gerek var? kendisine ölüm kararı okunup acı çektirildikten sonra 'hadi git, bağışlandın' denen biri vardır belki. işte o anlatabilir bize bunu... bu acıyı da, dehşeti de isa anlatmıştır. hayır, bir insana yapılacak şey değildir bu!"

Anlatımcılığa göre burada anlatılan ölüm duygusu genel ölüm duygusu ve diğer eserlerde işlenmiş ölüm duygusundan farklıdır. 

Romantizm ve anlatımcılık ile  birlikte edebiyat türlerinde de bir değişim meydana geldi.

''O zamana kadar tragedya ve epos baş köşeyi işgal ederken, lirik önemsenmez, hatta biraz hor görülürdü. Yansıtma kuramının doğal bir sonucudur bu değerlendirme. İnsan ilişkilerinde, topluma, dış dünyaya ayna tutan sanatın en iyi örnekleri anca bu türler olabilirdi. Ne var ki on sekizinci yüzyıl içinde lirik şiirin değeri yükselmeye yüz tuttu. Pindaros'un kasideleri ve Kutsal Kitap'daki kısa şiirler bir çok kimseyi lirik türe yeni bir gözle bakmaya sevketti ve şiirin doğuşunu, şiddetli ve ateşli duyguların ifadesinde aramak eğilimi güz kazandı. Nihayet romantikler gerçek şiiri, duygunun anlamı olarak aldıklarında, kısa, katıksız arı şiir gerçek sanatın en parlak örneği oldu.'' (Moren, Edebiyat Kuramları ve Eleştiri, İletişim Yayınları.)

Burada yazdıklarım Romantizm ve anlatımcılığın bendeki etkisine yönelikti. Daha geniş bir bilgi için araştırma yapmak şart.

Sanatı açıklamaya çalışan bir kuram; Yansıtma Kuramı.

 Burada ise Platon'un öğrencisi Aristoteles'in sanata bakışını ele alacağız.

Platon sanatçının idealar evrenindeki kopyanın kopyasını yaptığını söyleyerek, sanatçının gerçekçi olmayan bir yansıtma yaptığını söylemişti. Oysa Platon, sanatçının asıl hedefinin gerçekten olan şeyi değil, olabilir olanı, yani olasılık veya zorunluluk kanunlarına göre mümkün olan şeyi ifade etmektir.

Platon, sanatçının tek olanı yansıttığını ve dolayısıyla gerçeklik hakkında bilgi veremeyeceğini ve zaten şaire özgü bir bilgi alanı olmadığını iddia etmişti Aristoteles, şairin hayatı, insan yaşantısının anlamını bildiğini söylemek istiyor. Bir bakıma söz konusu olan insan psikolojidir. Onun için sanatçı, Platon'un sandığı gibi bizi gerçeklikten uzaklaştıran, sahte bilgiler sunan biri değil, bize hayatı açıklayan birisidir. (Moren, Edebiyat Kuramları ve Eleştiri, İletişim Yayınları.)

Bence Platon ve Aristoteles'i bu konuda ayıran en önemli nokta Platon'un sadece dış dünyaya yönelik düşünüp sanatçıyı dış dünyadan soyutlamasıdır. Oysa sanatçı dış dünyanın bir parçası ve dış dünyada büyük tecrübeler edinmiş birisidir, tecrübelerini iç dünyasıyla birleşip kendi gerçekliğini ortaya çıkarır.

Platon'un edebiyatın ahlaki yönü üzerine yaptığı yorumların aksine Aristoteles edebiyatın hem bilgi kazandıran hem de psikolojik olarak yararlı bir etki sağladığı görüşündedir.

Sanatı açıklamaya çalışan bir kuram; Yansıtma Kuramı.

Platon'un Devlet kitabının diyaloglarında Sokretes ''İstersen bir ayna al eline dört bir yana tut. bir anda yaptın gitti güneşi, yıldızları, dünyayı, kendini, evin bütün eşyasını, bitkileri, bütün canlı varlıkları.'' der. Böylece ressamı dünyaya bir ayna tutan kişi olarak görür. Şairinde bunu benzetme yoluyla yaptığını söyler. Platon'un felsefe anlayışı duyularla kavranabilen değil zihinle kavranan bilinen, kesin bilgiye yönelikti (idealar). Platon sanatı açıklarken sanatın gerçekliği ve ahlaki yönüyle de açıklamaya çalışmış ve sanatçıyı gerçekleri yansıtmamakla suçlamıştır. Platona göre sanatçı kopyanın kopyasını yapmaktadır. Yani sanatçının kendi ortaya attığı idealar evreni görüşünde idea hali ve var olanın gerçek örüntüyü sanata aktarımıyla yaptığını savunur. Devlet kitabının diyaloglarında bunu sedir örneğiyle açıklar.

-İstersen bir ayna al eline, dört bir yana tut. Bir anda yaptın gitti güneşi, yıldızları, dünyayı kendini, evin bütün eşyasını, bitkileri, bütün canlı varlıkları. 
-Evet, görünürde varlıklar yaratmış olurum, ama hiçbir gerçekliği olmaz bunların.
-İyi ya, tam üstüne bastın işte düşüncemin; çünkü bu türlü varlık yaratan ustalar arasında ressamı da koyabiliriz, değil mi?
-Koyabiliriz tabi.
-Yaptığı şeyin gerçekliği yoktur diyeceksin, ama ressamın yaptığı sedir de bir çeşit sedir değil midir?
-Evet görünüşte bir sedir onunki de
-Ya dülgerin yaptığı? Biraz önce demiştin ki dülger sedir ideasını, yani bizce aslını, özünü yapmaz bir çeşidini yapar.
-Sedirin aslını yapmadığına göre, gerçeğini değil gerçeğine benzeyen bir örneğini yapmış olur.
 
Bu düşünceleriyle sanatı ve sanatı değersizleştirirken, ayrıca sanat eserlerinin ahlaki yönüyle de kötüye örnek olduğunu söyler. Platon'a göre sanatı sansürlemek gereklidir. Sanat eserlerinin kötü olanı sergilememesi taraftarıdır. Platon edebiyat ve tiyatronun tanrıları ve iyileri öven güdümlü eğitimde kullanılması kanaatindedir.

Peki bunların gerçek yaşamda hiç mi yeri yoktur. Sarhoş birisine bir şiirde karşılaşmamak onu gerçek yaşamda görmeyeceğimiz anlamına mı geliyor. Ya da her zaman güzel ve iyi olanı dillendirmek bizi güzel ve iyi olana mı sürükleyecek?

Yeni Bir Etiket Sanat.

Bu etiket üzerinden kendi okuduğum kitaplar, eleştiriler ve değerlendirmelerle sanatı hem bilginler hem kendi görüşlerimle değerlendirmeye çalışacağım.



Düşünün bulunmamıştı
şarkı, şiir insanı bu kadar etkileyebilir miydi kelimeler?
bu etkileniş elbette bir anıdadır.
Anılar eskiden nasıl canlanırdı insanlarda
bulunmadan önce şarkı, şiir
ağlamak, neye göreydi bulunmadan önce şarkı, şiir?


Eller henüz değmemişti toprağa
bir gece yarısı yaratılmıştı insan,
gece yarısı karanlığı içinde bir ay
ışıltısıyla tek bırakılmıştı, ağa takılmış
bir balık gibi yalpalanıp duruyordu.
bir aydınlık bulabilmek için kendine döndü sonra,
düş gördüğü bir uykudaydı uyanması için
aydınlık olmalıydı.

Körleşme - Elias Canetti





Körleşme  veya kamaşma Canetti’nin yazdığı dilde karşılığı kamaşma olarak geçiyor. Türkçe’de ise körleşme biri göze gelen fazla ışıktan gözün görmeme durumu diğeri göze siyah bir perde inmesi durumu. Bu farklılık bana sadece diller arasında bir fark olarak gelmedi, belki de öyle değildir ama benim çıkarımım kitaplar ve entelektüel ritüellerle kutsanmış aydın kişinin yani Dr. Kien’in  kendi yarattığı dünyada kendini aydın, çevresindekilerini ise cahil olarak nitelendirerek aydın kesime yapılmış bir eleştiri yönünde.  Fakat buradaki Kien cahil olarak gördüğü kişiler tarafından daima taciz ediliyor ve yağmalanmaya çalışılıyor yani her şekilde Dr. Kien’in kendi içinde var ettiği dünyasına saldırılıyor. Kien’in bu olaylar karşısında kayıtsız kalması işin ayrı boyutu. Benim asıl varmak istediğim düşünce ise aydın kişinin topluma yabancılaşmış, toplumun onu anlayamamasını düşünmesi ve o topluluk tarafından ortaya çıkarılmış olan kitapları bir meta olarak görmeye başlaması kitaplar sanki topluluktan bağımsız, insanların toplumdan ve diğer insanlardan kaçması ve sığınması gereken bir kule olarak görülüyor.  Şimdi yukarıda bahsettiğim körleşme ve kamaşma başlıklarının kitapla ne kadar uyuştuğundan bahsetmek istiyorum. İnsanın bir işi yaparken aldığı zevk ve başarısı onun egosunu tatmin eder ve kendini ileri görmesini sağlar Dr. Kien sevdiği iş olan kitaplarla zaman geçirmeyi bir ritüel haline getirerek kendi egosunu tatmin ediyor çok bilginin verdiği –gözü kamaştıran ışık- cesaret ile kendi çevresindekilerini kendi dünyasındaki nitelikleri karşılayamadığı için cahil görüyor. Bu onun dış dünyaya karşı gözüne perde inmesine sebep oluyor.  Nuri Bilge Ceylan’ın yönetmenliğini yaptığı ‘’Kış Uykusu’’ filmindeki Aydın karakteri bir nevi Dr. Kien’e benzemektedir. Kitaplar ve entelektüel ritüelin verdiği huşu Aydın’ı kendi çevresine cahil, alt insan olarak bakmasını sağlamıştır. Peki bunun zengin burjuva tiplerinden ne farkı vardır? Sadece kitap okuyup bilgili olması mı? Tabi bunu her entelektüel yaşamı arzulayan insanlar için söyleyemeyiz. Gerçekten de toplumda var olan riyakar ve sahte yüzler karşısında kendi kabuğuna çekilen insanlarda vardır. Fakat bunların farkı ise bunu korkmadan karşısındakilerine söyleyebilmeleridir. Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar adlı hikâyesinden esinlenerek çekilen yönetmenliği  Zeki Demirkubuz’un yaptığı Yeraltı filmindeki Muharrem'de buna bir örnektir. . Bu örnekleri günümüz sinemacılarından ve Türk yapımı filmlerden vermemin sebebi daha basit anlaşılması ve anlatmak istediğimin ne olduğunun kavranmasıdır.
Hayatımızda verdiğimiz bir çok kararı bilinçli bir akıl ile veremeyiz çünkü hepsi bir karambol kurbanıdır.
düşününce dinine çok bağlı bir insanın dini gereği zina etmesi en büyük günahlardan sayılır
fakat bir karambol ortamı yaratılır. Karamboldan kasıt bir öpüşme anı olabilir
o öpüşme anında gidip o insan için en kutsal saydığı şeyi önüne getirin
yine zevkleri doğrultusunda hareket eder, bir başkası da ilerde ne olacağına şimdiden karar verilen anlar olur.
Ve sen daha ileriyi görmeden ilerinin ne olduğunu bilmeden bir karambolde bırakılırsın ve artık görmediğin bir şey
için tahmin yürüterek bir şeyler yapman istenir. Eğer gerçekten senin için ideal olan şeyi,ileride yapacağını şimdiden tahmin edebilirsen senin zaten
ileride bir şey yapmana gerek yok çünkü bu öngörüyle zaten çok büyük bir medyum olabilirsin. Bu suç kimin bilemem ama
artık nurtopu gibi mutsuzluk çöker üstüne gider. Her yaptığın iş sana eziyetmiş gelir tabi kazanacağın paraya göre eziyette
artar ve sende artık öyle bir düşünce oluşmuştur ki istesen de istemesen de bu eziyete katlanacaksın hatta bir saatten sonra
daha çok para kazanmak için daha çok eziyet çekmek isteyeceksin. Yine bir karambol anında sevdiğine kavuşup kavuşamayacağın belli olur
ya yürekli çıkarsın o karambol anında sevmekle, sevdiğin kızı etkilersin ya da pısırık bir şekilde eveleyip gevelersin, anlayacağın her şey bir
karambol anında olup bitiyor. Neden karambol bu kadar önemli çünkü sen bu hayatta bir şeyleri tek başına yapamazsın. Tek başına yapabilsen
oturur derse çalışıyormuş gibi ezberler aynanın karşısında yaparsın her şeyi, ama gelgelim meseleye birine sevdiğiniz söylemeniz için gerekli olan cesaret o kişinin
size hangi gözle baktığıyla ilgilidir. Artık bir karambol bir şansamı döner yoksa şansızlığamı oda karambolün büyüklüğüne kalmıştır.
Kesinlikle ışıkları sönen evler değil beni
efkarlandıran
efkarlandıracak bir şeyin olmaması asıl
artık karanlıklardan korkmuyorum
kendimden korkmaya başladım çünkü
karanlıkları var eden asıl sebep kendimden
aynada görünüşünü yok eden
bir tasavvufcu gibiyim bunun
için zerre caba harcamadım
kendimden kaçmam yetti
artık ne olurum bilmem ne bir baltaya sap
ne de bir ağaca dal...

Sigarayı içtiktikten sonra duvara sürtüp attığımız zaman ne söner ne de tam yanar sadece duman çıkarır işte içimizde de bazıları hep böyledir ne vardırlar ne tam yokturlar bir zaman sonra çıkardıkları duman içimiz şuursuz hale getirir Ve artık üstüne basıp söndürmenin zamanı gelmiştir.

Popüler Yayınlar

Dediği gibi...

Yazı , edebiyat, sinema vs gibi entelektüel uğraşlarla uğraştığım günden beri kendimle ve arkadaşlarımla konuştuğumda hep kendi olmak konusu...